Salı, Nisan 30, 2013

Haftanın Kitabı- Lezzetin Tarihi




   Hafta sonu yemek kitaplarına baktım. Tabii klasik ben 3-4 tane birden almamak için kendimi tuttum. Tuttum da bir kenara mı koydum? Hayır tabii.. O kitaplara vereceğim parayı alışverişe harcadım:)

   Ama sadece kıyafet değil, şahane bilgilerle dolu bir de kitap aldım:) 'Lezzetin Tarihi'. Yazarı Prof. Dr. Zeki Tez. Halil İbrahim Sofrası deyimi nereden gelir? Vikingler kadeh tokuştururken neden 'kafatası' diye bağırırlardı? Muzu dünyaya tanıtan büyük imparator kimdi? Hepsinin cevabı bu kitabın içinde mevcut. Biraz uzun oldu çünkü hangisini yazacağımı şaşırdım. Vakti olan sonuna kadar okusun:)


   Tarihte ilk yemek pişirme, eti doğrudan ateşe atıp 'kızartma' veya közün üzerinde 'közleme' yöntemi ile oluyor. Günümüzde, bu yöntemin zararları açıklansa da, hala sevilmekte ve ısrarla istenmektedir. Neolitik Çağda (İÖ 7000-5000) eti sebze ile birlikte pişirebilmek için ateşe dayanıklı ve su sızdırmaz çanak ve çömlek geliştirilmiş. Hititler günümüzdekine benzer yöntemle yayık içinde çalkalanarak tereyağı elde ederlerdi. Acaba, hala yerimizde mi sayıyoruz?

   Bulaşık makinesinin ilk adımlarını biz kadınlar atmışız. Bulaşık yıkamak çileli, külfetlidir ve kadınlara yüklenmiştir. Onlar da 'bir makine olsa ne güzel olur. O yıkar biz de başka şeyler yaparız' diye düşünmüşler ve kolları sıvamışlar:) 19. yüzyıl ortalarında Amerika'da en az 30 kadın bulaşık makinesi patenti almış. Onlara minnettarım. Zaten kadının halinden kadın anlar!



   Tavukgöğsü ve Kazandibinin kökleri Romalılara kadar uzanıyormuş.

   1739’da bir Fransız gastronom kitabında şöyle yazıyor: 'Modern aşçılık bir tür kimyagerliktir. Bugünün aşçısı yiyeceklerin analizini yaparak nasıl sindirileceğini, besleyici özelliklerini, hangi yiyeceklerle birlikte pişirileceğini keşfetmek zorundadır. Bu, tam anlamıyla bilimsel bir çalışma gerektirir.' Hani her ortama uyan bir atasözümüz vardır. Yemek içmek için de 'Bana ne yediğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim' derler. 'Mutfak' konusunda çoğunlukla sınıfta kalan ülkemizde kim olduğumuzu/olmadığımızı hüzünle kabul ediyoruz:)

   Ermenilerin adlandırdığı gibi: Bamiya, baynir, basterma, boerag, kufta kulağımıza hiç de yabancı değil. Her yemeği süsleyen ve tat veren Maydanozun anlamı Mide Okşayanmış.

   Umberto Eco’ya göre köfte 10. yüzyılda en sevilen et yemeğiydi. Köfte kalitesinin bozulmaması için yönetim tarafından korunmaya alınmış, köftecilerin sadece karakol yakınında açılmasına izin verilmiş.

   Eski Yunan’da paksimodi (peksimet) iki kez pişirilmiş asker ekmeği idi. Milattan Önce 3. yüzyılda Roma’da şarapla yeniden ısıtılarak yenilen ekmeklere ‘iki kez pişirilmiş- çifte kavrulmuş’ anlamına gelen ‘panis bis coctum’ ya da ‘biscocotus’ adı verildi. Eski gemiciler ekmekleri bozulmasın diye bu yöntemle pişirilmiş ekmek alırlardı yanlarına. Fransızca ‘biscuit’ sözcüğü buradan geliyormuş.


   Bir söylenceye göre çay bitkisi Milattan Önce 2737 yılında Çin’de yetiştirilmiştir. Marco Polo, Çin’e yaptığı seyahatten dönüşünde çaydan söz etmiştir. Çay, Çarlık Rusya’sına 1618’de Çin elçiliği tarafından armağan edilmiş. 19. yüzyılda Rusya’da hanımlar ve ince ruhlu kişiler için çok açık hazırlanan çaya ‘subay çayı’ denirdi. ‘Bizde de açık ve ılık çaya ‘paşa çayı’ denilmesi gibi). 1650’lerde Avrupa’nın bazı ülkelerinde, 'Sağlığa zararlı, Çinliler de onun için o kadar zayıf' diye yasaklanmıştır. Araplar çayı 850’lerde tanımışlar, Anadolu’da da 19. yüzyılda yaygınlaşmış.

   Osmanlı sarayında mutfaklarda pişen yemekler acemi oğlanı ya da tablakar adı verilen aşçı yamakları tarafından Harem’e, Enderun’a ve Divan’a götürülürdü. Osmanlı sarayında Çin ve Avrupa porselenleri, altın, gümüş, mücevherlerle bezenmiş yemek takımları bulunurdu. Üst düzey saraylıların altın ve gümüş kaplarda yedikleri biliniyor. Mesela Fatih Sultan Mehmet’in hünkar sofrasında yenilen yemeklerden bazıları şunlardı: lapa-i hassa (hassa: hükümdara ait anlamına geliyor), peynirli pide-i hassa, mantı-i hassa, çorba-i hassa ve geleneksel yemekler. Tatlı olarak, bal, muhallebi, zerde, kaymak, baklava, helva, sütlü kadayıf. Topkapı Sarayı’nda günde ortalama 5000, bayramlarda 10 bin kişilik yemek pişiriliyordu.

   Mutlaka kitaba göz atın derim ben. Çok keyifli, masal gibi bir kitap. Bilmediğimiz ne çok şey varmış. Kitabı bitirince anlıyorsunuz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder