Cuma, Ağustos 09, 2013

Spanglish





      Spanglish, iletişim ve iletişimsizliğin binbir halini kullanarak, "kimlik" kavramının altını kalın kalın çizen, oldukça sevimli bir James L. Brooks filmi. 

   Yazdığı ve yönettiği filmlerdeki karakterler aslında buzdağının gözüken yüzünden ziyade, suyun altında kalan o devasa kısımlarıyla zihnimizde canlanan kişiler oldu hep. Daha önce 'as good as it gets' ve hatta 'terms of endearment'da yaptığı o incelikli karakter çözümlemelerini sanki bu sefer bir adım daha ileriye taşımış, hikayenin orta noktasına 3 farklı boyutta anne-kız ilişkileri silsilesini yerleştirmiş: flor-cristina, deborah-bernice ve evelyn-deborah. 



   Kızını kendi değerlerine göre yetiştirmek isteyen fedakar bir göçmen anne, kızını kafasındaki ideale göre şekillendirmeye çalışan bir desperate housewife ve bunlara ek olarak alkolik bir nine. Bu üç anne ve kızları arasında film boyunca gelişen diyaloglar aslında çok da farklı noktalara varmıyor. Bu yönüyle Spanglish'i - Adam Sandler'ın varlığına rağmen - sadece komedi türünde değerlendirmek sanırım pek doğru olmaz ama bu yine de filmi seyrederken gülmeyeceğiniz anlamına gelmiyor.



   Hikaye anlatıcımız her ne kadar Moreno ailesi olsa da, bir kere beyaz amerika'nın timsali Claskyler ile tanıştık mı yakamızı onlardan kurtaramıyoruz çünkü hepsi ayrı ayrı evlere şenlik. Özellikle Téa Leoni'nin "Deborah" karakteri bana uzun zamandır atmadığım kahkahaları attıramayı başaran, Karen Horney'in kitaplarında sayfalarca anlattığı çağımızın nevrotik kişiliğini kadraja girdiği ilk 5 saniye içinde ustalıkla özetleyen bir karakter. Yer aldığı her sahne tam bir şamata. Kronik histerisi ile uzun zamandır beyaz perdeye yansımış en problemli ve en yazık karakter hatta. Bir anda ilgi odağı olan Deborah'ın alkolik annesi, ergenlik çağındaki kızı, psikolojik olarak tükenme noktasındaki kocası, bir kelime ingilizce bilmeyen ve adını bile zor telaffuz ettiği hizmetçisi ve nihayetinde hizmetçisinin "ideal" evladıyla olan ilişkileri ise doğal olarak tam bir felaket. Punch Drunk Love'da bıraktığımız yerden aynen devam eden Adam Sandler ise yine boş bakışları ve zaman zaman elinde patlattığı anger management sayesinde aslında Deborah için ne kadar tencere-kapak bir eş olduğunu kanıtlıyor. İşte claskyler ile özdeşleşen beyaz amerika tüm bu acılarını kıvrana kıvrana yaşarken, fedakar meksikalı annemiz Flor ve kızı Cristina da, o küçük dünyalarını fazla kirletmeden ayakta dimdik ve sağlam durmayı başaran filmin kahramanları olarak karşımıza geliyorlar. 




   Göçmen anne-kız arasında geçen finaldeki diyalog ile filmden alınacak olan ders, gökten üç elma düştü misali seyircinin kafasına dank ediyor: "özünden ve kendinden kaçarak bir yere varmak mümkün değil. Her şey hayatta durduğun yeri kabullenmek ile başlıyor."



   Her ne kadar yasak olsada yaşadıkları aşk, sonuçta "aşk" olduğu için izleyiciye saygı duydurtan, yanlış olduğunu bildikleri için birbirlerinden ayrılmak zorunda kaldıkları ama son bir kez yatakta birbirlerine sarılıp, yanyana yatıp sabaha kadar uyumayarak, sabah olunca da yine birbirlerine aşık olarak ayrıldıkları sahnenin seneler geçse de aklımdan çıkmayacağı film.

   Filmin tek beğenilmeyen tek kısmı beklenen finali göremeyişimiz olduğuna kuvvetle inanıyorum. Klişe severiz biz çünkü, şaşırmak bize gelmez...

   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder